Ne zaman ki çocukluğumdan, geçmiş yıllardan kalan "bazı" anılarımı yazmaya, konuşmaya ya da herhangi bir şekilde paylaşmaya çalışıyorum; anlıyorum ki içimde açtığı yara iyileşiyor, atıyor kendini... Bu yazı, işte tam da öyle bir yazı...
Çocukluk yıllarımda eksikliğini hissettiğim hiçbir şey olmadı desem doğru söylemiş olurum. Bu "çok" şeye sahip olduğumuz için değildi aslında; buradaki "çok"tan ne anladığımız ile ilgili belki de... Orta gelirli, her yıl "Ocak" ayında tüm kredi borçlarının kapanacağı müjdelenen ve fakat evdeki hesapların çarşıya uymayıp bir sonraki ocak ayını iple çeken; insanların gülmek, biraz olsun kafa dağıtmak için uğradığı, nasıl olur da her şeye bu kadar iyimser yaklaştığımız anlaşılamayan bir aileydik. Düzeltiyorum; "çok" şeye sahiptik. Bugün dolu dolu gözlerle bize (Zeynep ve bana) bakan, gördüklerinde sımsıkı sarılan, bize ne kadar şanslı olduğumuzu hatırlatan birileri varsa bu canım babam ve annemin yaşamdaki güzelliklerinden...
Bizim ailede (aslında 90'lı yıllarda çocuk olan herkesin ailesinde geçerlidir bu kural), eve misafir gelen yaşıtlarımızla yaşayacağımız her çeşit anlaşmazlıkta (ki bunun bile bahsi geçmezdi) biz doğal olarak "haksız" sayılırdık; annemin tek bir bakışıyla ne yapmamız ya da yapmamamız gerektiği konusunda deneyim sahibiydik, zaten ikimiz de Allah için uslu çocuklardık; hak arama konusunda son derece ısrarlı olduğumu eklemeliyim fakat Zeynep'in bununla ilgili daha fazla pratiğe ihtiyacı vardı :)
"Diğer çocuklar"a karşı annemin bize kazandırmaya çalıştığı "şey"in yıllar sonra önemini anladım; neler saklı değildi ki o "şey"de; empati, saygı, hoşgörü, sağduyu... Toplumda en çok eksikliğini hissettiğimiz bir dizi değerler... Biraz büyüyüp daha karmaşıklaşınca olaylar; tek bir cümle ile özetledi bize her şeyi; "Herkes kendine yakışanı yapar." Doğru işlendiğinde ne kadar da insanı rahatlatan, sorundan uzaklaştıran, çözüm odaklı, hayat kurtaran bir slogan; seviyorum bunu çok işe yarıyor!
Annem ve babamın özellikle "dezavantajlı" çocuklara, arkadaşlarıma yönelik özel ilgisi, şimdi durduğum yerde ne kadar da kıymetli! Bunu bana yaşattıkları için ikisine de minnettarım.
İlkokul 1. sınıfta bir arkadaşımız vardı bizim sınıfta; Şaziye... Kaşlarının altında saklanan puslu gözlerini hiç unutmadım ben; koluna girdi miydi ya da omzuna dokundu muydu hiç bozmazdı dik duruşunu, yaşam ona ilk önce bunu öğretmişti belli ki... Yüzüne yerleşen gülüşle dünyayla alay eder gibiydi; öyle bir boşvermişlik, öyle bir rahatlık... Şaziye, tek başına "Hayat Bilgisi"ydi...
Bir gün bir hazırlığa girişti bizimkiler; doğum günü pastası, mumlar, meyve suları... Sınıfa gelip sürpriz bir doğum günü kutlaması yapacaklardı Şaziye'ye. Haziran'ın 28'inde doğduğum için hiç bir zaman böyle bir günüm olmayacaktı okulda ama Şaziye'ye yapılan bu kutlamayla hayattan belki de en büyük armağanı alacaktı ruhum...
O gün geldi; annem ve babam özen ve heyecanla hazırladıkları kutlamayla sürpriz şekilde birden sınıfa girdiler... Bütün sınıf hep bir ağızdan alkışlarla başladık; "İyi ki doğduun Şaziyeee!"... Şaziye büyük insanlar gibi ağırbaşlı duruşuyla pastanın önüne geldi, yine içinde yaşıyordu besbelli sevincini... Annem, muhtemelen aceleyle son anda çantasına attığı, kırmızı rafyayla sarılı bir paket uzattı Şaziye'ye. Bundan sonraki kısmı bana da sürpriz olmuştu! Bir hediye alacağını bilmiyordum, gözüm Şaziye'nin zarar vermeden açmaya çalıştığı paketteydi. Şaziye'ye verilen hediye; benim oyuncak bebeğimdi! Görür görmez içimde çok değişik bir şey oldu, yüzümün renk değiştirdiğini anlamıştım, boğazımda bir şey düğümlenmişti ve birazdan ağlamaya başlayacaktım... Hayatımın çok zor geçen dakikaları arasındadır o an yaşadıklarım. Kendi kendime bir sınav verdim birkaç dakikada; bana ileride çok şey katacağından habersiz şekilde...
...
Üniversitede öğrenciyken çok sevdiğim bir hocam, kendi hocasının şu sözünü paylaşmıştı bizimle;
"Bütün çocuklara eşit davranmanız, belki de en büyük adaletsizliktir."
Evet!
Anneleri ve babalarını hiç görmeyen, onlardan uzakta hayata tutunmaya çalışan bütün çocuklara...
Yorumlar
Yorum Gönder