Ana içeriğe atla

"Konservatuarlı"


  Duyduk ki Hasan TANILMIŞ bir uğraşı içindeymiş; kitap çıkarma hazırlıkları sarmış dört bir yanını... Biz de hemen müdahil olduk konuya tabii, eksik kalmadık. 

  Çocukluk ve gençlik yıllarında güzel anılar paylaştığın arkadaşların, dostların tadı sonradan pek bulunmuyor; o zamanın safiyane hali, onlarla olduğun her an yeniden gelip alıveriyor seni içine. Hayat koşturması içinde iki arada bir derede bulursak birbirimizi, yine aynı şeylere gözlerimizden yaşlar akana kadar gülüyoruz, yine aynı şeylere üzülüp, aynı şeylere sinirleniyoruz... Tamam diyoruz, bakıyoruz "temcit pilavı gibi"ye gidiyor iş, bahsetmeyelim artık yakışıyor mu hiç bize dedikodu yapmak diyoruz ama sonra yine yeni yeniden... Bu paragrafa tanıdık olanlar yorum bıraksınlar lütfen :))

  Hasan'la sohbetimizde tüm bu detaylara takılmamaya çalıştık; yine çok güldük, çok eğlendik... Sanat, sanatçı söz konusu madem; paylaşsak ya dedik. 

  Keyifli okumalar efendim...

İrem:Hasan, bize biraz kendinden bahseder misin; kısaca tanıyalım seni.

Hasan:1987 yılında İstanbul'da doğdum, orada büyüdüm sonra annemin memleketi Samsun'a yerleştik. Tiyatroya da ortaokulda başladım, hani sosyal faaliyet falan diye; ardından izcilikle birlikte sürekli içinde oldum tiyatronun. Liseden sonra hobi olmaktan çıkmıştı benim için açıkçası, meslek olarak seçmeye karar verdiğimde profesyonel eğitim almak istiyordum artık çünkü önümdeki üniversite sınavında hedefim Devlet Konservatuarı'nı kazanmaktı. Samsun Büyükşehir Belediye Konservatuarı'nda 2 yıl öğrenim gördüm o sırada Konya Selçuk Üniversitesi Devlet Konservatuarı Tiyatro Bölümü'nü kazandım, 2010 yılında mezun oldum. Bir süre devlet tiyatrolarında çalıştım (İstanbul DT, Konya DT), seslendirme yaptım, çeşitli kurum ve kuruluşlarda diksiyon ve oyunculuk dersi verdim, dizilerde oynadım ettim derken şu anda tekrar Konya'dayım, arkadaşım Çağatay Çiftçi'nin kurduğu Tiyatro Akademi'deyim, belediyelerle ortak projeler yürütüyoruz, diksiyon dersleri vermeye de yine devam ediyorum bir yandan.

İ:Bizim toplumda "ben sanatçı olacağım" demeye gör; herkes engel olmaya kalkar, ailede ayaklanmalar falan olur... Sen yaşadın mı böyle şeyler, anlatsana biraz.

H:Evet böyle engeller oldu gerçekten hem de çok çok çok fazla oldu fakat enteresandır ki annem-babam-kardeşlerim bu kararımın hep yanında oldular, desteklediler; daha uzak akrabalardan işte dedeler, neneler, amcalar, dayılar, komşular, hatta hobi olarak bu işi yapan insanlardan bile tepkiyle karşılandım;
-E tamam yurt dışında olsan yap diyeceğim de Türkiye'de bu işten para kazanmak zor...
-O sektörde ahlaksızlık çoktur, kendinden ödün vermen gerekir... (sanki başka hiçbir sektörde ahlaksızlık olmuyormuş gibi)
...
Tüm bu söylenenler bir yana, ailem çok desteklediği için bu kadar cesur davranabildim yoksa onun sözüne kulak as, bunun sözüne kulak as hayat çok zor geçer; hele ki gelecek kaygısı yaşayıp bir de toplum tarafından hiç kabul görmeyen mesleği seçmek zor tabii. Okula girmekle de bitmiyor; okulu bitireli 7 yıl oluyor, mesleğimi soranlara; "oyuncuyum, tiyatro yapıyorum" dediğimde "hayır canım, onu sormuyorum; mesleğin yok mu para kazandığın bir iş..." diyorlar. Hala tiyatroyu hobi olarak yaptığımı, tiyatrodan yaşam sürdürülebilecek kadar para kazanılmayacağını düşünen insanlar var üstelik bu insanlar "cahil" falan da değil; profesörler, doçentler, öğretim üyeleri, kamu ve özel sektör yöneticileri, "yahu o işten para kazanılıyor mu" diyen adamlar... Onlar tiyatronun daha doğrusu sanatın (müzik, dans...) sadece ama sadece hobi olarak yapılacağını düşünüyorlar.

İ: Yine de birçok insana göre  şanslısın, ailenin yanında olması çok güzel bir şey. Şimdilerde bir kitap yazıyorsun;  kitabın hikayesini merak ediyorum.  Bir de kitabın ismi"Konservatuarlı- Bana Artistlik Yapma"; nedir bunun anlamı?

H: Evet bir kitap yazıyorum, bu kitap fikri de şuradan çıktı; ben konservatuara hazırlanırken internet bu kadar "bilgi" barındırmıyordu içinde, sosyal ağlar falan zaten böylesine aktif değildi ve çok fazla bilgi alamıyorduk. Konservatuarda ne yapılıyor, nasıl hazırlanılıyor diye soruyorsun verilen yanıtlar hep aynı; işte gidiyorsun sınavda oyun oynuyorsun falan... Tamam da okulda nasıl bir eğitim var, nelerle karşılaşacağız, bu işin olumlu-olumsuz yanları; bunları anlatabilecek çok çok az insan vardı.
Bu insanlar da çok az oldukları için genelde egolu olurlardı, seslerine değişik değişik tonlar verip gezerlerdi ortalıkta. Konservatuara girmek isteyen insanlara bir faydam olur diye de düşündüm kitabı yazarken. İki adı var kitabın; asıl adı "Konservatuarlı" alt başlık da "Bana Artistlik Yapma", ikisinin de anlamı var tabii. Birisi şöyle ki; Türkiye'de oyuncular 2'ye ayrılıyor, "okullular" ve "diğerleri", ve ne yazık ki iki grup da bu ayrımı yapıyor; bu da saçma sapan bir şeylere sebep oluyor, piyasaya girdiğimizde "konservatuarlı"lar olarak ayrı bir ilgi bekliyoruz, "ben okul bitirmişim, karşımdakiler de kim ki" gibi bir hisse kapılıyoruz Sadece okul bitirmek kimseyi bir maharet sahibi yapmadığı gibi, okul okumamış olmak da kimseyi aciz kılmaz; o okula bir şekilde girmiş ve yine bir şekilde bitirmiş olabiliriz asıl mevzu her iki grubun da takıntı ve komplekslerden uzak olabilmesi. Öylesine yayılmış ki bu anlayış, sinema-dizi görüşmelerine gittiğimde "haa konservatuarlısın yani" söyleminin altında yatan "siz, okullular havalı olursunuz" mesajını hemen alıyorsun zaten. "Bana Artistlik Yapma" ya gelince; toplum olarak sıkça kullandığımız bir kalıp, hepimizin ağzında. Sanırım bu ülkede sanat yapmak kötü bir şey olarak görüldüğü için söyleniyor bu cümle; başımız ağrıdığında "başına buz koyar geçer" diyen birine diyor muyuz "bana doktorluk yapma" diye, örneğin mecliste kavga olur, derler ki, "burası tiyatro değil, bana artistlik yapma. Tiyatro, müzik, dans, arstistlik; bunlar hep aşağılanacak şeyler olarak görülüyor ne yazık ki. Alt başlığın arkasında böyle bir anlam var.

İ: Sanatçı kaprisiyle ilgili sende durum nedir?

H: Ben gerçekten çok şımarık ve kaprisliydim konservatuardan yeni mezun olduğumda. Son 1-2 yılda bunun farkına varıyorum; şımarıklık, kapris, ego vb. hiçbiri maharetimizi ortaya koyan, bizi insan yapan şeyler değil. Şöyle anılan oyuncular hiç hatırlamıyorum "ya bir Ahmet vardı, herif bir kaprisliydi abi; bir Ayşe Hanım vardı o kadar egoluydu ki bayılıyorduk...", genelde "bir Ali vardı; bir yetenekliydi sahnede, kamerada döktürüyordu ama şeker gibi de adamdı ya bizle dekor taşırdı, çay doldururdu..." gördüğüm için yaptığımın yanlış olduğunu düşünüp kendimi aşmaya başladım; büyük kısmını da hallettiğimi düşünüyorum. Mezun olduğum yıla dönünce; her konservatuardan mezun olan "sanatçı" gibi Türk Tiyatrosu'nu/Sineması'nı ben kurtaracaktım, İstanbul'da bütün yapım şirketleri beni bekliyordu, Devlet Tiyatroları ben olmasam kapanacaktı... Sonra bunların hiçbiri gerçekleşmeyince ruhsal olarak gerçekten zor bir dönem geçirdim; hiçbir şey hayal ettiğim gibi olmadı, gerçek dünya sandığımdan çok farklıydı, okul dışında hiçbir şeye gözümü açmadığımı fark ettim. Zaman geçtikçe egom kendiliğinden törpülendi. Geçmişteki kendimi gördüğüm arkadaşlarımı elimden geldiğince uyarmaya çalışıyorum; "yapmayın, çok üzülürsünüz, piyasa böyle değil..." şeklinde. Belki de yaşanması gerekiyor, bilmiyorum; çünkü her oyuncunun içinde istediği rolü oynama eğilimi vardır. Bozkurt Kuruç Hoca'mın bir lafı vardır: "İstediğiniz rol, sevdiğiniz kadın gibidir; o rolü başkasının koynunda görünce içiniz acır." O zamanlar ben her rolü alabileceğimi düşünüyordum, şimdilerde artık daha gerçekçiyim, öyle olmak zorundayım. Şöyle oyuncu biliyorum ya; oyun oynanıyor çok beğeniliyor her seferinde, derken birinde beğenilmiyor; oyuncu ertesi gün seyirciyi cezalandırmaya kalkıyor, çok performans sergilemeden oynamaya karar veriyor, düşünebiliyor musun? Böylesi hastalıklı bir ruh hali tabii ki. Egodan sıyrılıp gerçekçi olabilmek en doğrusu.

İ:Çok klişe bir soru, sormasam olmaz tabii; neden tiyatro?

H:Bu soruyu bekliyordum, klişe de bir yanıtı var; "neden olmasın?" :) Sanmıyorum ki, yeryüzünde sanatı bilerek seçmiş, çocukluğundan beri "Ben büyüyünce çok ünlü bir piyano virtüözü olacağım, çok iyi bir koreograf olacağım..."diyen insanlar olsun. Sanatla uğraşan kişiler sanatla iç içedir zaten. Ortaokuldayken, arkadaşlarım edebiyat öğretmenleri öncülüğünde yaptıkları tiyatroya davet ettiler beni; çok sevdim, devam ettim, oyuncuları, sinemayı farklı izler oldum ve bir şekilde tiyatronun beni içine aldığını fark ettim. Sonrasında da sevdiğim ve iyi de yaptığımı düşündüğüm bu işin içinde olmak istedim. Örneğin; "ya ben tıp okumak istiyordum ama annem bana hakkımı helal etmem illa tiyatrocu olacaksın; ben Hava Harp Okuluna girip savaş pilotu olacaktım, babam seni evlatlıktan reddederim gidip bale okuyacaksın " diyen insanları hiç görmedim; genelde bunların tam tersini gördüm. Zaten sanatın doğasında da hep bir mücadele, savaş vardır; bir şekilde sanatın içinde olursun, öyle yönlendirilmeyle falan olacak bir şey de değil açıkçası. Dolayısıyla şu sebepten dolayı sanatı seçtim diyebileceğim bir yanıtım yok. Sanat bir seçim değil, yönelimdir; içinde var olursun.

İ:"Konservatuar" okumak nasıl bir şey peki, diğer fakültelerdeki öğrencilerin size öykündüğü oluyor muydu; dersleriniz daha eğlenceli ve zevkli geçiyor olsa gerek?

H:Böyle bir algı toplumda da var; "hem eğleniyorlar, hem para kazanıyorlar, ohh..." gibi. Şöyle bir şey var örneğin ben tıp bilimine hayranım ama tıbbı hobi olarak yapma şansım yok. Ama bizim işimiz hobi olarak da yapılabilen bir iş; profesyonel alanda ise işler bambaşka çünkü başka bir mesleği yapmaya zaten izin vermez hiçbir sanat. Bizdeki hastalık, toplum olarak, sevmediğimiz işlere-mesleklere sahip oluşumuz aslında. Keşke herkes senin, benim gibi sevdiği işi yapabilse. Toplumsal baskı tüm bunların önüne geçiyor ne yazık ki; toplumsal statüyü mesleğimiz belirliyor. Biz söz duymuştum; "biri sizinle tanıştığında önce mesleğini söylüyorsa, bu; ben bu meslek dışında hiçbir halta yaramam demektir". Diğer bölümlerden arkadaşlar tarafından da evet gururumuz okşanıyor okurken de mezun olduktan sonra da; şöyle handikapları da var tabii ortamda senin komiklikler falan yapman bekleniyor; "tiyatrocu değil misin, anlat işte bir şeyler, fıkra anlat mesela". Bu tarz beklentiler oluyor. Ben bir dişçi gördüğümde ayaküstü muayene etmesini isteyemeyeceğime göre bizden de böyle şeylerin beklenmesi komik-garip oluyor tabii. Bölüme duyulan özenti ile ilgili bir diğer nokta da şu olmalı; bizler boşluk doldurarak ya da çoktan seçmeli bir testte şıkları karalayarak alınmıyoruz okulumuza, görece özel yetenek sınavlarıyla giriyoruz. Özel yetenek sınavları da bir vitrindir; sen vitrinini süslersin, jüriye yutturabilirsen girersin. Nice konservatuarlardan nice peltek insanların mezun olduğunu bilirim.

İ:Peki piyasada kendin olabilmen gerçekten zor mu; Hasan olarak kalabilmekle ilgili  neler yaşadın anlatır mısın?

H:Çok zor evet ama imkansız değil; Hasan olabilmek, kendinden taviz vermemek... Çünkü bu sektörde mesleki bir yeterlilik için değil ama ilişkiler için kendinden taviz vermek zorunda kalıyorsun. Yaptığımız işte biliyorsun, usta-çırak ilişkisi de var; ne kadar okul da okumuş olsan profesyonel alanda senden daha büyük ve tecrübeli biri senin ustandır, saygı duymak zorundasın. İşte bahsettiğimiz ego yine devreye giriyor; eğer "büyüğün" egolarına kendini çok kaptırmış ve yenilmişse, hayattan beklentileri başka türlüyse seni çok üzüyor hatta o kadar üzüyor ki uzun süre üzüldüğünün farkında olmuyorsun. Stockholm Sendromu vardır ya hani; adeta ona tutuluyorsun. Ben bunu yaşadım "şunun yancısı-bunun adamı" olarak anılmak insanı gerçekten çok üzüyor. Bir zaman sonra bundan kurtulmak da zor o yüzden başlarda bu sıkıntıyı yaşayıp fark etmek, doğrularının arkasında durup duruş sergilemek, karakter ortaya koyabilmek kişiyi kendi yapacaktır.

İ:Sende de var mı, yaşamadığımız o nostaljik yıllara olan özlem; işte yazlık sinemalar örneğin. Değişen zamandan sanat da nasibini alır mı dersin, her şey tek kullanımlık anlık mutluluklara mı dönüşüyor acaba?

H:Aslında benim geleceğe yönelik endişelerim var daha çok toplumsal alanda ama. Ben batıyla kıyaslama yapmayacağım, bize göre "geri kalmış" doğu ülkelerindeki tiyatrolara bakıyorum; adeta uçuyorlar; dekorları, alt yapıları, oyunculuk disiplinleri hepsi çok üst seviyede üstelik tüm bunlarla yetinmeyip hala çok çalışıyorlar. Oysa biz çok tembeliz; fiziksel yeterliliğimiz tartışılır; tiyatroya destek olabilecek hangi sanat dallarına hakimiz, gerçekten rolümüze iyi bir şekilde hazırlanıyor muyuz yoksa ezber yapıp geçiyor muyuz, başka dillerde eserler okuyup izleyebiliyor muyuz...". Bizdeki sanat algısı gişe rekoru kıran filmlerden de ölçülebilir. Dünya'nın herhangi bir yerinde rekorlar kırmış, tutmuş, ayakta alkışlanmış bir oyunu "aman Konya seyircisi anlamaz, İstanbul seyircisi anlamaz, Şırnak seyircisi anlar" diye seyirciyi ayrıştıran bir anlayışla ortaya koyarsan o zaman gider halk olmadık filmlere akın eder. Endişem toplumla sanatın ayrışması yönünde esas olarak.

İ:Kendine rehber edindiğin, ilham aldığın bir kişi var mı?

H:Bu meslekte şunun yerinde olsam dediğim kimse yok da, hayatımda bir rol model var evet; Okan Bayülgen'i çocukluğumdan beri çok severim, oyunculuğu sanatçı kimliği bir yana, zekası, hayata karşı duruşu beni hep etkilemiştir. Biri gibi olmaya çalışsaydım değer Okan Bayülgen gibi olmaya çalışırdım. Onun dışında oyunculuk alanında örnek aldığım kimse yoktur.

İ:Sahnede unutamadığın anılar oldu mu hiç, sahne hataları falan ya da ne bileyim...

H: Konya DT'de çalışırken 2014'te Kastamonu'ya turneye gittik. Kastamonu'nun Halk Eğitim Merkezi sahnesinde oynayacağız, hazırlanıyoruz işte kuliste, oranın hizmetlisi ablayı görünce oyun arası çay içebilir miyiz falan diye rica ettik ondan "aa olur tabi guzum, ben size bulup getiririm dedi" tamam sağ olasın dedik, oyuna da az kalmıştı zaten 3-5 dakika kadar falan, derken çıktık sahneye. Töre'yi oynuyoruz, adından da anlaşılacağı üzere gergin bir oyun ve oyunun da en gergin sahnelerinden birini oynarken birden seyirci kapısı açıldı "çat" diye, elinde tepsiyle abla sahneye gelmeye başladı, biz tabii nası kurtarırız ne yaparız diye düşünüyoruz, derken protokolden bir adam kalktı ablaya " ne yapıyorsun sen" diye çıkıştı, "e çay götürüyom" dedi, "nereye götürüyorsun" dedi, "e çay istediler dedi", "ya olur mu canım falan" diye devam ediyor adam, "ee istediler" diyor abla da, "onlar kulise istemişlerdir, arkaya" dedi, "heee ben ne bileyim istediler ben de getirdim, tamam o zaman" diye yavaşça gerisin geri yürüdü kadıncağız, götürdü kulise de orada içtik çayı:)
2009-2010 sezonunda konservatuarda son sınıfken Konya DT'de İstanbul Efendisi'ni oynuyoruz. Tiyatroda meşhur "son oyun şakaları" vardır; biz de İstanbul Efendisi'nin son oyununu oynuyoruz. Tabii herkes tetikte bekliyor, kim ne şakası yapacak diye. Benim sahnem geldi, partnerim Sinem Bilgin'le düet yapacağız. Sinem sahneye geldi, ben tam şarkıyı söylemek üzere ağzımı açtım; çok sağlam bir tokat yedim, o kadar ki seyirciden "eyvah, uuufff..." seslerini duyduk. Neyse dedim tamam, ben bugünü kurtardım, atlattım diye düşünürken bir sahne var çok değerli dostum, kardeşim Çağatay Çiftçi oyunda bir ihtiyarı oynuyor; yaşlı bir adam kısa bir sahne 30 sn falan sürüyor ama sahneyi öyle bir parlattı ki oyunun en akılda kalan karakterlerinden biriydi, neyse onunla Tuncer abimizin sahnesini oynuyoruz karşılıklı, Çağatay tabii yaşlı bir adamı oynadığı için rolü gereği yaşlı yaşlı konuşuyor bu oyunda da başladı konuşmasına fakat sonradan yavaş yavaş gıdaklamaya döndü, kollarını falan da kanat gibi bayağı bayağı çırpıp gıdaklıyor ve bir baktık pantolonunun arkasından yumurta çıkartıp İstanbul Efendisi'ne uzattı ve oyun orada bitti. Gülmüyoruz ağlıyoruz adeta, ben sahneye oturup yumruklarla katıldığımı hatırlıyorum, seyirci bizim halimize gülüyor, kulisten arkadaşlar kafalarını sahneye çıkarıyor, onlar gülüyor, seyirci alkışlıyor, biz onlara teşekkür ediyoruz. Oyunu gerçekten çok zor bitirdik, kulise geldiğimizde bağırarak gülüyorduk artık.
Bir anı daha var ama çok da eğlenceli değil, sinir bozucu. Teknolojinin gelişmesiyle birlikte seyircide şunu görüyoruz; yüzleri parlıyor, telefon ışığından. Yüzlerinin parlamasına alıştık derken, telefonları çalıyor ediyor, hadi ona da tamam dedik, bir de açıp konuşanlar var... İsmini vermek istemeyeceğim bir şehre gittik, protokol sağ olsun oyunumuzu izlemeye gelmiş. Yine töreyi oynuyoruz, sahne gergin; derken telefon çalıyor fakat açan yok, çalıyor çalıyor...  En sonunda telefon açıldı, şöyle bir konuşmaya şahit olduk; "evet, tabii tabii, biz onu hallettik 10.000 dolar..." ihale hakkında konuşuyor beyefendi. Oyun bitti, bizi tebrik etmek için sahneye birilerini davet ettiler, oyundaki kıza çiçek falan verecekler. Bir baktık o telefonla konuşan abi sahneye çıkıyor; biz de telefon çalınca oyun sırasında replikleri ona doğru söylemeye başlamıştık, dikkati dağılsın, anlasın kapatması gerektiğini falan diye. Abi de elimizi sıkarken bize kendisinin "bilmem nere belediye başkanı" olduğunu belirtirken tehditkar bir tebriği olmuştu. Galiba öyle olunca oyun sırasında telefonla konuşmak serbest oluyor.

İ:Samsun'dan gidip konservatuar okuyanlar neden tekrar Samsun'a gelmiyorlar peki?

H:Samsun'da yapabilecekleri bir şey yok çünkü. Samsun'da tiyatro yapan bir kitle var evet ama ne yazık ki çoğu yeniliğe açık değil; bir yol tutturmuş gidiyorlar. Tarafsız bir şekilde gözlemlediğimde Düşevi'ni ayrı tutabilirim; yeniliğe açıklar her şeyden önce ayrıca en profesyonellerinin onlar olduğunu görmek hiç zor değil, bu işin eğitimini almış biri olarak söylüyorum bunu. Onun dışında diğer tiyatrolarda laf olsun diye "gençlere her zaman kapımız açık" durumu var ama gençlere evet sadece kapı açık, o da gitmesi için zaten; gelmesi için değil. Bu "en iyi ben bilirim/yaparım" tavırları,  tiyatroyla ilgili tek satır kitap okumamış insanların tiyatro yapıyor olması hatta "ödül" alıyor olmaları onları yeterince gaza getirdiği için kendilerinden başka kimsenin bir şey yapmasını istemiyorlar. Hatta ben şöyle birini biliyorum; beyefendi oyuncu kendisi, Samsun'da rahatça yürüyemiyormuş, o kadar çok tanınıyormuş ki... Röportajında anlatıyor bunları, iki soru sonra da Samsun'un sanatçısına sahip çıkmamasından dert yanıp başka bir yere yerleşmek istediğinden bahsediyor; yahu Samsun sana ne yapsın! Bu egodan sıyrılmak lazım, gerçekten. Ne yazık ki maddi manevi anlamda tatmin olamayacağımı düşündüğüm için Samsun'da değilim. Özetle başka yerlerde işler yapmayı tercih ederler çünkü aldıkları eğitimin gereğini uygulayabilecekleri, gerek yurt içi/dışı ekolleri işletebilecekleri bir ortam yok Samsun'da.




Teşekkür edip, bol şans diledik Hasan'a; yolun açık olsun! :)


Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r

Kadir'e...

Bundan yıllar evvel (9 sene önce) Kadir'le yaşama dair ortak hayaller kurmaya başladığımız dönemde bir sürü şey konuştuk, planladık, hedefledik... Etkileşimli ve zamanla şekillenen bu süreç, matruşka bebekleri anımsatır bana hep; iç içe geçmiş sıralı bir dizi şenlikli hayaller... Yaşamın ironik hallerinde buluşuyorduk çoğunlukla; konuşmalarımıza uzun süre ciddi şeyler uğramadı hiç. Esprilerin havada uçtuğu günlerde bir de baktım ki uçan benim! Günler, aylar, yıllar geçerken yüzündeki naif hikayeyi her gün okumayı, 1 Mayıslarda birlikte söylenecek marşlara tercih etmiştim; zaten sesim kimseler eşlik etmezken bana daha güzel :) Beraber yazıp yönetmeyi düşündüğümüz bir tiyatro oyunu fikrinden başlayıp bugünlere uzanan bir yol arkadaşlığı öyküsü... Ha hala oturup da iki satır yazamadık ama olsun :) Her yeni güne yeni şeylerle uyanıyorum kendim bileli. Bu, enerjimi çoğu zaman dinamik tutsa da, kendimi zamanın ritmik tik-taklarına bırakıp, biraz da yalnızca bu sesi duymak is

Bir Yaş Alma Belirtisi Olarak: Kalp Yorgunluğu...

Neresinden başlamalı bu yazının, doğrusu ben de bilmiyorum... Ve fakat uzunca bir süredir zihnimin içinde sürekli dolanıp duruyor; tüm özneleri, yüklemleri, belirtili ve belirtisiz nesneleriyle.. Üniversitede çok sevdiğim bir hocamdan ilk kez duyduğumda (muhtemelen gündemimde bambaşka konular olduğu için) kendimce tuhaf karşılamış, hatta içten içe cinsiyetçi bir söylem olduğunu düşünüp çok sinirlenmiştim; "Annelik bir hastalık; anne olan kadınların çoğu gerçekten hasta oluyorlar." demişti konuşmamızın bir yerinde.  Leyla doğduktan sonra tam da lohusalık döneminde ben de gereksiz yere zihnimi türlü kötü senaryolarla meşgul etmiştim evet ama bunun o döneme has bir özellik olduğunu bilerek çok da takılmamıştım aslında. Oysa bugün annelikte 2. yılını tamamlamış bir kadın olarak iyimserlik adına ne kadar yol aldığım ciddi bir tartışma konusu... Geçenlerde hayatımda ilk kez canımı sıkan pek çok şeyin; ki bu şeylerin Dünya geneline özgü mevzular olduğunu ve kendi küçük