Ortalık yerde "baaabaa" dememeyi, bazı anlarda babamla yakın temasta bulunup sarılıp kucaklaşıp sevgi pıtırcığı olmamayı,"baba"yla ilgili tüm şeylerin kimi durumlarda dilsiz olması gerektiğini öğrenmem ilkokul yıllarıma denk geliyor.
İlk sıra arkadaşımdı; saçlarımı iki kuyruk yapmıştı annem, onun iki örgüsü ise bir yol gibi uzanıp düşüvermişti omuzlarına. Öğrendik ki sonra, Büşra minicikken kaybetmişti babasını. Annem sık sık tembihlerdi; Büşra'nın yanında; "baba" demek yoktu, babam ve ben tüm detaylara dikkat etmeliydik... Büşra'nın çocuk kalbinde yaşayan acısını bilememek yine de kenarından köşesinden o günkü aklımla yarasını sarmaya çalışmak öylece sürdü ilkokul ve ortaokul yıllarımda.
Zamanla hayatımda babasını kaybeden çocuklara hep yenileri eklendi; her seferinde daha çok sarıldım babama, yüzündeki tüm detayları kaydetmeye çalıştım, bazen gözlerimi kapatıp sesini dinledim sessizlikte. Büşra ile ilk kez deneyimlediğimiz kurallara yenilerini ekledik, kendimizce kurduğumuz bu düzen sebepsiz mutlu ediyordu beni; büyümüş hissettiriyordu belki de bilmiyorum.
Babamı kaybettiğimizde tarifsiz bir acı yaşadım-yaşadık. Kardeşim Zeynep geldi bir gün okuldan, o dönemin valisi Hasan Basri Güzeloğlu babasını kaybeden tüm çocuklara birer mektupla birlikte küçük hediyeler yollamış okullara; okul idaresi de çocukları ayrıca çağırıp vermiş paketleri. Zeynep ağlamaya, annem de onu yatıştırıcı şeyler söylemeye başlayınca Zeynep'in kendinden çok babasını hiç görmemiş anasınıfı öğrencisi için ağladığını öğrendik. Acıyla barışmak, onunla el ele yürümeyi öğrendik en çok da.
Babalar günü; babasını hiç görmemiş çocuklarına hem anne hem baba olan annelerin de günü, sadece genlerini değil yüreğini de yuvasına, çocuklarına veren babaların günü, en "baba" abilerin, amcaların, dayıların, teyzelerin... de günü bugün.
Vah vah ki; bir bıyık bir "höt" le kendini "baba" sananlara...
Yorumlar
Yorum Gönder