Ana içeriğe atla

Bütün Ümidim Leyla'dadır


 Bir başından, bir sonundan, bir ortasından yazdım bu yazıyı... Giriş-gelişme-sonuç aramak doğru değil; her satır bölük pörçük, kırık dökük...
 Duygu gündemimin daha da kısa aralıklarla güncellendiği günlerden bildiriyorum.
 Korkularımın olmadığı bir ben hatırlamıyorum hiç; kendimi bildim bileli yaşadığım güzel anların tadını bile çıkaramadığımı düşünüyorum bu yüzden. Tastamam mutlulukları, ardısıra gelecek acıların ön tesellisi gibi düşünürüm hep. Her kehanet kendini gerçekleştirmiyor ama içimde işleyen bu döngüye de ne yapsam engel olamıyorum.
 Yıllar geçtikçe korku dünyam pek bir çeşitlenip renklenir oldu.
 Doğum öncesi ve sonrasında uyku kalitesinin değişime uğraması, hormonların da etkisiyle kabuslar da görülüyor. Televizyonu çoğunlukla açmamayı tercih ediyorum. Güzel olmayan her şey onun içinde; hele de şu son zamanlarda... Kan ter içinde uyandığımda gördüğüm kabus muydu son dakika haberi miydi diye de vallahi düşünüyorum bazen... Bir de televizyon karşısında sızıp kalmışsam, karşımdaki manzarayı kavrayıp, az önce gördüğüm kabustan ayırabilmek; ya da yarım kalan kabusumu ekrandaki görüntüyle tamamlayabilmek... Tam bir akıl tutulması hali.
 Leyla'nın kalbimde dolup dolup taşmasıyla, korkularım da boş durmadı tabii... Yavrumu; coğrafyanın, tarihin, sosyolojinin, tüm sosyal ve beşeri bilimlerin hatta fen bilimlerin gölgesinde sevmek, koklamak; dünyada alınan nefeslerin hiç de ferah olmadığı şu günlerde kendimle sınavım haline dönüştü. Onu öperken bir sahne geliveriyor gözümün önüme; her yanı yara bereli bir çocuk, yüzüne dokunduğu elinde kanı görünce, ne yapacağını bilemeyip vakur ve soğukkanlı tavrıyla öylece duruyor; bir başka gün oluyor Leyla'yı özlüyorum o uyurken, kıvrılıyorum yanına, kokusunu çekince içime birden aklıma geliyor; kıyıya vurmuştu cansız bedeni bir yavrunun, kaderlerini değiştirmek üzere çıktıkları yolculukta altüst olmuştu hayatlar; koynumda uyurken bebem bir altyazı geçiyor kanallarda, hızla seçiyorum sözcükleri "saldırı, bomba, terör, ölü..." 
 Daha dikkat ve özenle seviyorum artık; annelik mi bunu getiren yoksa yaşanan bunca felaket mi bilmiyorum...
 Günler böyle geçip giderken birtakım tuhaflıklar da belirir oldu bende; uyanır uyanmaz ev sakinlerini nefes alıyor mu diye kontrol etmek, gecenin bir saati sersem halle acaba memlekette her şey yolunda mı merakını, kalkıp televizyonu açmaya üşendiğinden dışarıdaki seslere kulak verip gidermek, her günü "bugünü de gördük çok şükür" diye bitirmek... 
 Tüm bu karanlıkta bir ışık ararken yine onun gözlerine sığınıyorum. Bütün ümidim minicik bir bedenin içinde şimdilerde... 








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r

Kadir'e...

Bundan yıllar evvel (9 sene önce) Kadir'le yaşama dair ortak hayaller kurmaya başladığımız dönemde bir sürü şey konuştuk, planladık, hedefledik... Etkileşimli ve zamanla şekillenen bu süreç, matruşka bebekleri anımsatır bana hep; iç içe geçmiş sıralı bir dizi şenlikli hayaller... Yaşamın ironik hallerinde buluşuyorduk çoğunlukla; konuşmalarımıza uzun süre ciddi şeyler uğramadı hiç. Esprilerin havada uçtuğu günlerde bir de baktım ki uçan benim! Günler, aylar, yıllar geçerken yüzündeki naif hikayeyi her gün okumayı, 1 Mayıslarda birlikte söylenecek marşlara tercih etmiştim; zaten sesim kimseler eşlik etmezken bana daha güzel :) Beraber yazıp yönetmeyi düşündüğümüz bir tiyatro oyunu fikrinden başlayıp bugünlere uzanan bir yol arkadaşlığı öyküsü... Ha hala oturup da iki satır yazamadık ama olsun :) Her yeni güne yeni şeylerle uyanıyorum kendim bileli. Bu, enerjimi çoğu zaman dinamik tutsa da, kendimi zamanın ritmik tik-taklarına bırakıp, biraz da yalnızca bu sesi duymak is

Varoluş

Her yıl belli ay ve dönemlerde benzer şeyler yaşıyorum. Bu bir döngü halini alır oldu. On üç yıldır... Yoklukla başlayan bir varoluş sancısı olarak tanımlayabilmek mümkün bu durumu. Tam da yirmi birinci yüzyıl dünyasında bilimde yalnız madde değil sezgilerin de işe koşulması gerektiği tartışılırken...  "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" değil de adeta "Varolmanın Dayanıl(a)maz Ağırlığı"nı her geçen gün/ay/yıl daha derinden hissediyorum sanırım. Kuvvetle muhtemel bir başka varoluşa sebep olmak da söz konusu  ağırlıkta bir paye.  Ay henüz çıkmadan yazmam gerekti... "Nisan da olmasa buluşacağımız yok!" deyip de kızma bana. Çünkü bilmelisin ki her fırsatta seninleyim baba. Şu insanı kendine dâhi yabancılaştıran yüzyılda seninle birlikte anılarımızda kalabilmek "rağmen var olmak" gibi bir şey... Farklı takvimlerde eş zamanlı yaşamak öylesine güç, öylesine zorlayıcı... Tüm güzel zamanlarımız ve anılarımız "kim tarafından, nasıl ve neden ya