Ana içeriğe atla

38, 39, 40!! Kırklandııııı(k)!


 -Hele bir 40'ı çıksın, nasıl rahatlayacaksınız...
 -Eskilerin var bir bildiği, 40'ını bekle sen...
 -Az kalmış bak, 40 oldu mu "oh be" diyeceksin...
 -Aaa 40 deyip geçme kızım, göreceksin...
 ...

 Allah'ım neler neler çalındı kulağıma; kaç gündür heyecanla bekledim bugünü...

 Kırk gündür çok değişik günler yaşıyoruz; her gün, ardından gelecek günün heyecanı, geride bırakılan anların tuhaf hüznüyle bitiyordu. Leyla bir daha bu kadar minik olmayacaktı, acemilik, şaşkınlıkla bezenmiş anne-baba hallerimiz hiçbir zaman bizi bu kadar güldürmeyecekti belki de, az zamanda bu kadar "ilk" yaşamayacağız ya da...

 Dr. Harvey Karp'ın 4. trimester teorisiyle tanıştık; teoriye göre bebekler 3 ay erken doğuyorlar, bu nedenledir ki dünyaya uyum sağlarken oldukça zorlanıyorlar veee bu yüzden de bu 3 ay ağlıyorlar da ağlıyorlar... Güzelce emdi, karnı doydu, gazını çıkardı(k), altı temizlendi, genel görünümü iyi, ateşi yok, parmaklarına dolanan kıl-tüy ya da gıdıklayıp rahatsız eden etikete de rastlanmadı, bize göre her şey yolunda fakat halâ ağlıyor; eeee SORUN NE! Meğer özlermiş içerideki yaşamını; sarıp sarmalanmak, tıpkı anne karnındaki gibi bir o yana bir bu yana sallanmak istermiş, 9 ay boyunca duyduğu sesleri ararmış... 

 Yalan yok çok zorlamadı, zorlamıyor da bizi bebeğimiz (şimdilik böyle en azından); uykusuz geçirdiğimiz gece sayısı bir elin parmaklarını geçmez... Gece uykusuna doğru giden yolculuğumuz aksiyon sahnelerini aratmayan cinsten; uykudan önceki son beslenme saatinde stratejik ortağım ve ben karar veriyoruz: "salonda mı uyutup yatağına taşımalı, koltukta emzirip yatakta mı uyutmalı, ben de mi onunla birlikte uyumalıyım yoksa..." Gerçeği görmek çok uzun sürmedi; nasıl uyuması gerektiğine patron kendisi karar veriyormuş meğer... 

 Eğer uyurken yatağına koyduğumuzda devam ediyorsa uykusuna ne alâ! Yok, çok değil 15 saniye sonra ayaklarından başlayıp yukarı doğru kıpırdanmalarla devam edip, finalde de gözünü açıp basıyorsa çığlığı hamsimiz, film başlıyooooor! Bundan sonrası tam bir sürpriz; nasıl, ne zaman, nerede, kimle uyuyacağı hiç belli değil ve sırasıyla deniyoruz tüm yolları:


  • Sahneye önce ben çıkıyorum, favori tekniğimi kullanıyorum; bebemi kucağıma alıp ileri geri-yukarı aşağı sallayıp dilime de bir türkü dolayarak, hafif tempolu yürüyüşle pış pış da pış pış 
  • Babası alıyor bu sefer kutsal görevi; o benden farklı olarak biraz daha hızlı yürüyor ve sık sık bebeğin kucağındaki duruşunu değiştiriyor, ha bir de sesi ninnilere benimki kadar uygun değil bence :)
  • "Sen işe gideceksin sabah, ver ben biraz ayağımda sallayayım" diyorum; hafif yumuşamış birazdan uyur kıvamındaki bebe sallandıkça daha da açılıyor
  • İstemeye istemeye veriyorum emziği bu sefer (evet tam bir susturucu ama ne kadar sterilize edersem edeyim hep aklım kalıyor, o yüzden son seçeneklerim arasında yer alıyor)
  • Peki biraz "beyaz gürültü" (literatürde "white noise" olarak yer alıyor) dinlemez miyiz? Bebeklerin anne karnında duyduğu seslerin benzerleri oluyormuş bunlar; fön makinesi sesi, yağmur sesi, elektrikli süpürge sesi vb.  Çılgınlar gibi ağlayan bebek gerçekten de bu sesi duyunca derin bir huzura kavuşuyor gibi oluyor; ama emzik gibi bununla ilgili de kafamda soru işaretleri var, mümkün olduğunca sesi ben kendim çıkarmaya çalışıyorum, sürekli "şşşş" sesini çıkarmak da ne yazık ki yorucu olmaya başlıyor bir müddet sonra.
  • "Kadirciğim kalk, uyumuyor; mecbur elimizde sallayacağız" Sallamaktan uyuşan ayaklarıma bu sefer kollarım da ekleniyor, karşılıklı kapanan gözlerimiz Leyla'nın fıldır fıldır gözlerinde birleşince bir gülme alıyor tabii bizi; kendimizi bir çöl rüzgarına bırakıyoruz... 
 Konu nasıl oldu da uyku etrafında döndü anlamadım; geçen 40 günün ardından daha duygulu bir yazı yazmayı düşünüyordum oysaki... Neyse bu da böyle kayıtlara geçsin madem.

 Güle güle kırk gün; gittiğin her bebek ve anneye güzellik, iyilik, sağlık, mutluluk, huzur gelsin, üzme onları... 








Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r

Kadir'e...

Bundan yıllar evvel (9 sene önce) Kadir'le yaşama dair ortak hayaller kurmaya başladığımız dönemde bir sürü şey konuştuk, planladık, hedefledik... Etkileşimli ve zamanla şekillenen bu süreç, matruşka bebekleri anımsatır bana hep; iç içe geçmiş sıralı bir dizi şenlikli hayaller... Yaşamın ironik hallerinde buluşuyorduk çoğunlukla; konuşmalarımıza uzun süre ciddi şeyler uğramadı hiç. Esprilerin havada uçtuğu günlerde bir de baktım ki uçan benim! Günler, aylar, yıllar geçerken yüzündeki naif hikayeyi her gün okumayı, 1 Mayıslarda birlikte söylenecek marşlara tercih etmiştim; zaten sesim kimseler eşlik etmezken bana daha güzel :) Beraber yazıp yönetmeyi düşündüğümüz bir tiyatro oyunu fikrinden başlayıp bugünlere uzanan bir yol arkadaşlığı öyküsü... Ha hala oturup da iki satır yazamadık ama olsun :) Her yeni güne yeni şeylerle uyanıyorum kendim bileli. Bu, enerjimi çoğu zaman dinamik tutsa da, kendimi zamanın ritmik tik-taklarına bırakıp, biraz da yalnızca bu sesi duymak is

Bir Yaş Alma Belirtisi Olarak: Kalp Yorgunluğu...

Neresinden başlamalı bu yazının, doğrusu ben de bilmiyorum... Ve fakat uzunca bir süredir zihnimin içinde sürekli dolanıp duruyor; tüm özneleri, yüklemleri, belirtili ve belirtisiz nesneleriyle.. Üniversitede çok sevdiğim bir hocamdan ilk kez duyduğumda (muhtemelen gündemimde bambaşka konular olduğu için) kendimce tuhaf karşılamış, hatta içten içe cinsiyetçi bir söylem olduğunu düşünüp çok sinirlenmiştim; "Annelik bir hastalık; anne olan kadınların çoğu gerçekten hasta oluyorlar." demişti konuşmamızın bir yerinde.  Leyla doğduktan sonra tam da lohusalık döneminde ben de gereksiz yere zihnimi türlü kötü senaryolarla meşgul etmiştim evet ama bunun o döneme has bir özellik olduğunu bilerek çok da takılmamıştım aslında. Oysa bugün annelikte 2. yılını tamamlamış bir kadın olarak iyimserlik adına ne kadar yol aldığım ciddi bir tartışma konusu... Geçenlerde hayatımda ilk kez canımı sıkan pek çok şeyin; ki bu şeylerin Dünya geneline özgü mevzular olduğunu ve kendi küçük