Ana içeriğe atla

Leyla'ya Bir Kala...


  Benim minik tırtılım, yuvamızın neşesi, canım kızım, Leyla'm...
  Sana kavuşmak biraz meşakkatli oldu. 9 ay 8 gün bekledik seninle tanışmak için. 4 aralık akşamı sahilden evimize gelirken karnımda küçük küçük sancılar başlamıştı. O gün baban hamileliğimin son günlerinden anlar yakalıyordu, hava da aralık ayına rağmen çok güzeldi. 40 haftanın bitmesine 3 gün vardı ama senin de pek geleceğin yoktu aslında Leylacığım. Günlerdir herkes telefonlarda;
-İrem doğurdun mu?
-Hala mı gelmedi Leyla?
-Ne zaman doluyor 40 hafta?
gibi sorularla anneciğini günden güne telaşlandırıyorlardı aslında. Yalan yok ben de anlamıyordum hala senin bu kadar sessiz kalışını. Üstelik yatıp-kalkmak-eğilmek gerçekten benim için zorlu bir hal almıştı. Üstüne de bu sorular geriyordu aslında beni. Annecik seni kollarında istiyordu artık.
  Eve geldiğimizde sancıları takibe aldık. Belli aralıklarla gidip geliyor ama dayanılmayacak bir hal de almıyorlardı. Yalancı mı,  gerçek doğum sancısı mı diye 3-4 saat bekledik. Birkaç gün daha böyle olmuştu; sancı gelir gelmez anneannen ve teyzeni çağırmıştık ama saatler geçip şiddetlerinin azaldığını görünce yalancı sancı olduğuna karar vermiştik. Onlar da kaç gündür tetikteydi zaten; ha doğdun, doğacaksın diye. Bu sefer biz de temkinliydik, emin olduğumuzda arayacaktık ve emindik artık; bu sancılar belli aralıklarla geliyor, gittikçe artıyor, seni bize yaklaştırıyordu bebeğim.
  Anneanne ve teyze de gelmişti; ben pilates topunun üstünde rahatlamaya çalışıyor; onlardan benimle çok fazla ilgilenmemelerini doğal bir şekilde çaylarını içip sohbetlerine devam etmelerini istiyordum. Tersi durumda rahat edemiyordum.
  Saat 23:00 civarında artık hastaneye gitme vakti gelmişti. Şimdi karar vermeliydik;
-Zorunlu olmadığı sürece normal doğumun tercih edildiği doğumevine mi
-40 hafta boyunca muayenelerimi yaptırdığım ama son anda "öylesine" bir sebepten sezaryene alınır mıyım endişesini yaşadığım özel hastaneye mi
  O gece kendiliğinden doğumevini tercih etme eğilimimiz oldu ve girdik bir yola.
  Kadın Acil'den giriş yaptık;
-Sadece hasta gelsin, yakınları kapıda kalsın.
  Yüzü hiç gülmeyen ebeyle baş başa kalmıştık; açıklığıma bakarken canımın yanmasından değil belki ama sinirsel bir bozuklukla sanırım ağlamaya başladım o sırada. Ardından nöbetçi doktor muayene etti; o da ne suyum bitmiş ve açıklık yalnızca 2 cm. Hiçbir şey anlamamıştım; cuma günü muayene olmuştum yine orada ve suyum gayet iyiydi. Biz doğumhaneye gideriz diye düşünürken acil yatış verdiler. Sürekli aralarında suyumun bittiğinden, takip edilmem gerektiğinden, bebeğin hala çok yukarıda olduğundan bahsediyorlardı. Tüm bunların arasına da "sezaryen" sözcüğü sıkıştırılıyordu. Normal doğum ihtimalinin gitgide azaldığını hissediyordum üzülerek.
  Odaya çıkarılırken asansör önünde bekleyen güvenlik görevlisinin Kadir'in önünü keserek, kadın doğum servisine erkek yakınların kesinlikle alınamayacağını bildirmesi ise gecenin can sıkıcı bir diğer durumu olmuştu benim için. Annem, kardeşim ve ben odada önce yalnızdık (iki kişilik odaydı), Suriyeli kadın ve çok konuşan yakınının da gelmesiyle odada biz bize değildik artık. Refakatçi, hamile kadının eltisiydi; belli aralıklarla tuvalete gidiyor orada sigarasını içiyor, odaya geldiğinde de hepimizi dumana boğuyordu. O gece kendi içimde çok şey yaşadım; derdim bir an önce Leylam'a kavuşmaktı tabii Kadir'e de...
  Gece boyunca belli aralıklarla NST'ye alındım, her seferinde aynı şeylerdi aralarında dönen muhabbet; bir an önce doktor görmeliydi, ultrasona girmeliydim, suyuma bakılmalıydı, bebek takip edilmeliydi vs...
  Bebek gerçekten hala çok yukarıdaydı bunu ben de hissediyordum. Hastanede geçirdiğim o gece yaşadıklarım çok üst üste gelmiş gibiydi benim için, bu da beni sabaha kadar yeterince germişti. Gün ışımaya başladığında anneme "gidelim" diye fısıldadım, burada mutsuzdum zaten normal doğum için şartların da elverişli olmadığı kesinleşmişti. Bu kararı verirken hislerimdi en çok kulak verdiğim; iyi ki diyorum şimdi iyi ki gitmişiz...
  Sabah olmuştu, Kadir'i çağırdık ve benim doktora sonuçlarımı göstermeye tahammülüm kalmamıştı; acilen çıkıp gitmeliydik. Kararımız gereği bir yazı imzalattılar bana ve Kadir'e ki aman Yarabbi! Bebeğim ve kendimin ölüm dahil her türlü olumsuz sonucunu üstlendiğimizle ilgili o an için oldukça sinir bozucu bir prosedür işte. İmzayı atıp hastaneden çıktığımızda yüzüme vuran rüzgar rahatlatmıştı beni; bugün güzel bir şey olacaktı. İçimden de dışımdan da Leyla ve benim için en hayırlı-en güzelini diledim hep.
  40 hafta boyunca muayenelerimi yapan doktorumun yanına geldiğimizde kendince haklı sitemle karşılaştık ilkin ama ben de kendimi haklı gerekçelerle ifade etmeye çalıştım. Neyse ki o an söz konusunun bebeğin sağlığı olduğu konusunda hemfikir olunca bize sunduğu önerileri değerlendirdik. Onun da yaptığı muayeneyle; suyumun bittiği, bebeğin hala doğum kanalına girmediği, geceden beri açıklığın ilerlemediği sonucuna ulaştık. Seçenekler karşımızdaydı:
  Suni sancı verilebilirdi; doğumun ilerleyip ilerlemeyeceği soru işaretiydi, ilerlemediği durumda acil sezaryene alındığında ameliyathanenin hazır olup olmayacağı yine bir diğer merak konusuydu. Kaldı ki suyumun bitmiş olması en büyük dezavantajımızdı.
  Sezaryen şıkkı ise öylece durmuş bize bakıyordu. Kadir de ben de korkmuştuk; ikimiz de hiçbir sürpriz ya da riski göze almadan Leyla'mızı istiyorduk sadece. Derken kendimi maviler içinde ameliyathaneye çıkarken buldum... :)




Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r

Kadir'e...

Bundan yıllar evvel (9 sene önce) Kadir'le yaşama dair ortak hayaller kurmaya başladığımız dönemde bir sürü şey konuştuk, planladık, hedefledik... Etkileşimli ve zamanla şekillenen bu süreç, matruşka bebekleri anımsatır bana hep; iç içe geçmiş sıralı bir dizi şenlikli hayaller... Yaşamın ironik hallerinde buluşuyorduk çoğunlukla; konuşmalarımıza uzun süre ciddi şeyler uğramadı hiç. Esprilerin havada uçtuğu günlerde bir de baktım ki uçan benim! Günler, aylar, yıllar geçerken yüzündeki naif hikayeyi her gün okumayı, 1 Mayıslarda birlikte söylenecek marşlara tercih etmiştim; zaten sesim kimseler eşlik etmezken bana daha güzel :) Beraber yazıp yönetmeyi düşündüğümüz bir tiyatro oyunu fikrinden başlayıp bugünlere uzanan bir yol arkadaşlığı öyküsü... Ha hala oturup da iki satır yazamadık ama olsun :) Her yeni güne yeni şeylerle uyanıyorum kendim bileli. Bu, enerjimi çoğu zaman dinamik tutsa da, kendimi zamanın ritmik tik-taklarına bırakıp, biraz da yalnızca bu sesi duymak is

Varoluş

Her yıl belli ay ve dönemlerde benzer şeyler yaşıyorum. Bu bir döngü halini alır oldu. On üç yıldır... Yoklukla başlayan bir varoluş sancısı olarak tanımlayabilmek mümkün bu durumu. Tam da yirmi birinci yüzyıl dünyasında bilimde yalnız madde değil sezgilerin de işe koşulması gerektiği tartışılırken...  "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" değil de adeta "Varolmanın Dayanıl(a)maz Ağırlığı"nı her geçen gün/ay/yıl daha derinden hissediyorum sanırım. Kuvvetle muhtemel bir başka varoluşa sebep olmak da söz konusu  ağırlıkta bir paye.  Ay henüz çıkmadan yazmam gerekti... "Nisan da olmasa buluşacağımız yok!" deyip de kızma bana. Çünkü bilmelisin ki her fırsatta seninleyim baba. Şu insanı kendine dâhi yabancılaştıran yüzyılda seninle birlikte anılarımızda kalabilmek "rağmen var olmak" gibi bir şey... Farklı takvimlerde eş zamanlı yaşamak öylesine güç, öylesine zorlayıcı... Tüm güzel zamanlarımız ve anılarımız "kim tarafından, nasıl ve neden ya