Ana içeriğe atla

Gebelikte Yirmi Hafta ve Birtakım Tatlı Mevzular

Günlük tutmak neredeyse okuma yazmaya başladığım günden beri "iş ve evlilik hayatına karıştığım yıllara kadar" düzenli olarak sürdürdüğüm sonrasında da içimde dolup dolup atamadıklarıma ilaç niyetiyle başvurduğum bir eylem oldu. Oysa ben her elime kalem ve defteri/ bilgisayarı alıp yazmaya başladığımda hep aynı şeyi söylüyorum kendime "Yaz İrem, yaz.". Bu yazı da bundan sonra blogda haftada bir yeni yayın paylaşma sözünü verdiğim bir güzel başlangıç olsun.

Gebelikte yolu yarıladım evet ama hâlâ çook uzun yolum varmış gibi hissediyorum. İkinci gebelikte zaman hem yavaş hem hızlı akıyor bu bir gerçek. Leyla'ya hamile olduğumu öğrendiğim ilk günden itibaren neredeyse "abartıyorum elbette" her güne ait bir göbek fotoğrafım var (!). Hatırlıyorum dokuz ay boyunca hafta ve günlerin birimleri obstetrik kartımda yazılı haliyle ilerliyordu günlük hayatımda. Günlerden pazartesi ama hangi pazartesiydi; 12 hafta+3 günlük pazartesi mi 28 hafta+... mı yoksa... Bu sefer aklımın iplerini salmadım çok şükür :). 

Gebeliğin erken dönemindeki kan değerlerinin iki günde bir takibi, birkaç haftaya görülmesi beklenen kesenin gözlemi akabinde bir hafta kadar sonra kalp atımlarının duyulması... Tüm bunlar benim gibi sabırsız biri için bilinmezler silsilesi... Ve gerçekten o haftalar geçmiyor da geçmiyor... Bir de elbette ilk üç ayın  literatürdeki ciddi bir ağırlığı da eklendi mi üstüne ki bu ciddiyet de neredeyse bakkal dâhil hemen herkes tarafından hatırlatıldığında vah bu zavallı gebelerin haline... :) Tabii yurdum insanının ekonomiden eğitime, hukuktan tıbba kadar hemen her disiplin alanında sahip olduğu uzmanlık titrini halkla paylaşmasının kamusal faydası şüphesiz çok değerli; şanslıyız :). 

İlk üç ay 32 yıllık yaşamımda kusmadığım kadar kustum desem abartmış olmam sanırım. Bir de o dönemde uzaktan eğitimin sürüyor olması, 6 saat boyunca bilgisayar karşısında ders işliyor olmanın da bulantılarımı tetiklediğini söyleyebiliriz belki. Cinsiyet tahminleri de aslında tam bu noktada belirmeye başladı denilebilir. Leyla'da hiç ama hiç kusmamıştım oysa ikinci gebeliğimin seyri başlangıçtan itibaren biraz daha farklıydı e o zaman acaba bebek oğlan olabilir miydi? Benim de içimde oğlan hissi daha ağır basıyor gibiydi aslında başından beri. Bulantı ve kusmalarla geçen haftalar gerçekten çok tatsızdı; evin belli noktalarından tuhaf kokular geliyordu sanki burnuma. Evin bir balkonunu yasaklı bölge ilan etmişti hassas bünyem; balkona girdiğim an öğürmeye başlıyordum Allah'ım korkunçtu! Hâl böyle olunca beslenme düzenim de o dönemde saçma sapan bir şeye dönüştü. Bulantı ve kusmayı engellesin diye sabah yediğim dondurmalar mı, öğünlerimin ana mönüsü zeytinli krakerler mi yoksa soğuk soğuk içtiğim meyveli kefirler mi... Neyse ki üç ayın bir yerinden tuttu da deniz, kum ve güneş yüzüm güldü çok şükür :). 

İkinci kez yaşadığım bu süreçte ilkinden farklı olarak radikal kararlar alma noktasında da güçlü bir irade ortaya koymam gerektiğini hissediyordum. Leyla'ya hamileyken gerçekleşen şeker yüklemesinde gebelik şekerimin çıkması, genetik yapı ve aile öyküsü (babam/ babaannem şeker hastası) de düşünüldüğünde sadece gebelik süresince değil aslında yaşam tarzı olarak da "zorunlu" bir yol ayrımının eşiğinde buldum kendimi. Aaa bir de "That Sugar Film" elbette! Hayatımdan rafine-işlenmiş şekeri çıkarmamın kendim, bebeğim ve evdeki herkes için geç alınmış ama yine de yerinde bir karar olduğuna inanmıştım. Yirmi bir gün süresince ciddiyetle sürdürdüğüm sürenin sonunda vedalaştığım 2 kg, baş ağrıları, yorgunluk hissi ve tatlı krizleri şimdilik hayatımdaki tatlılıklar olarak sıralanabilir. Tabii bu süreç içinde kendimce tutturduğum yol ve formüller oldukça uzun. Belki bir başka yazıda da bunlardan bahsedebilirim. 

Aa ama en tatlı haber yine sona kaldı; ailemizin en küçüğünün ismi hazır: İlhan Deniz. İlhan, dedesinden; Deniz ise ablasından "ısrarla" geldi. Çok da güzel oldu 💚. 

Bir sonraki yazıya dek hoşça ve sağlıcakla... :)

Günün önerisi:




Yorumlar

Yorum Gönder

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r

Kadir'e...

Bundan yıllar evvel (9 sene önce) Kadir'le yaşama dair ortak hayaller kurmaya başladığımız dönemde bir sürü şey konuştuk, planladık, hedefledik... Etkileşimli ve zamanla şekillenen bu süreç, matruşka bebekleri anımsatır bana hep; iç içe geçmiş sıralı bir dizi şenlikli hayaller... Yaşamın ironik hallerinde buluşuyorduk çoğunlukla; konuşmalarımıza uzun süre ciddi şeyler uğramadı hiç. Esprilerin havada uçtuğu günlerde bir de baktım ki uçan benim! Günler, aylar, yıllar geçerken yüzündeki naif hikayeyi her gün okumayı, 1 Mayıslarda birlikte söylenecek marşlara tercih etmiştim; zaten sesim kimseler eşlik etmezken bana daha güzel :) Beraber yazıp yönetmeyi düşündüğümüz bir tiyatro oyunu fikrinden başlayıp bugünlere uzanan bir yol arkadaşlığı öyküsü... Ha hala oturup da iki satır yazamadık ama olsun :) Her yeni güne yeni şeylerle uyanıyorum kendim bileli. Bu, enerjimi çoğu zaman dinamik tutsa da, kendimi zamanın ritmik tik-taklarına bırakıp, biraz da yalnızca bu sesi duymak is

Varoluş

Her yıl belli ay ve dönemlerde benzer şeyler yaşıyorum. Bu bir döngü halini alır oldu. On üç yıldır... Yoklukla başlayan bir varoluş sancısı olarak tanımlayabilmek mümkün bu durumu. Tam da yirmi birinci yüzyıl dünyasında bilimde yalnız madde değil sezgilerin de işe koşulması gerektiği tartışılırken...  "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" değil de adeta "Varolmanın Dayanıl(a)maz Ağırlığı"nı her geçen gün/ay/yıl daha derinden hissediyorum sanırım. Kuvvetle muhtemel bir başka varoluşa sebep olmak da söz konusu  ağırlıkta bir paye.  Ay henüz çıkmadan yazmam gerekti... "Nisan da olmasa buluşacağımız yok!" deyip de kızma bana. Çünkü bilmelisin ki her fırsatta seninleyim baba. Şu insanı kendine dâhi yabancılaştıran yüzyılda seninle birlikte anılarımızda kalabilmek "rağmen var olmak" gibi bir şey... Farklı takvimlerde eş zamanlı yaşamak öylesine güç, öylesine zorlayıcı... Tüm güzel zamanlarımız ve anılarımız "kim tarafından, nasıl ve neden ya