Ana içeriğe atla

Mazeretim Var Lohusayım Ben!


  Kucağında bebenle eve gelince, elin eskaza mayalı hamur kıvamındaki karnına değince, bir yandan doğumdan kalan yaralar-dikişler-kanamalar acıtırken canını, melul gözlerle sana bakan bir eş ve bir de bebek eklenince üstüne; işte başlıyoor PARTİ ZAMANI! Bir silkeleniyor tabii insan; o yarım akıl halle ne kadar olursa o kadar...
  Ben bu süreci birçok kişiye göre kolay atlattım sanırım; annem olmasa ne yapardım bilmiyorum... 
  Günler benim için birbirini takip eden işleri sırasıyla yapmakla geçiyordu; emzir-gazını çıkar-uyut-altını al-emzir... Bunlar haricindeki "wc-yemek-uyku-banyo" vb. lükse giren temel ihtiyaçlarım iki emzirme arasında gideriliyordu. Tabii işler her zaman planladığımız gibi olmayabiliyordu; bir bakmışsın omzumda, yatağına koyunca uyanıp ağlamaya başlayan bebeğimle mutfakta havuç rendeliyorum... Bu gerçekle yüzleşip onunla barışık olmak önce anneyi dolayısıyla da bebeği kurtarıyor aslında. Bunu farkettiğimde kendimi "bebekli ev"in akışına bıraktım; ev işleri bekleyebilirdi, dışarı çıkmadan da bebeğimin ensesinin kokusunda hayat bulabilirdim, bir "ınga"yla yarım kalabilirdi bir tabak ya da bir bardak, romantik- sazlı sözlü geceler yerini trajikomik- sancılı gazlı gecelere bırakabilirdi, zaman mefhumumu kaybedebilirdim, her emzirme sonrası (içimdeki her şeyin çekilmesinden olsa gerek) fabrika ayarlarına geri döndüğümü hissedebilirdim, ve ve ve hafızam! geçiçi hafıza problemleri yaşayabilirdim (şakır şakır ezbere bildiğim türküleri Leyla'yı uyutmak için söylerken farkettim bunu; şükür ki nakaratlar var:), gün boyu, hafta boyu, ay boyu pijamalarımla yaşayabilirdim, o çok değerli boş zamanlardan birini bulduğumda "ne oldum delisi" olabilirdim (sanırsın o ara dünyayı kurtaracağım) ... Liste uzayıp gidiyor böyle.
 Bu gidişe dur diyen bir sihirli el dokunuşuydu, annemdi o... Yemeklerimiz pişiyor, bebemiz her gün yıkanıyor, Leyla uyurken ben de uyuyabiliyor, takıldığım her soruda imdadıma yetişiliyordu. Bu bir devrimdi. Hemen her gün ettiğimiz teşekkürlerden, dolduğumuz minnet duygularından tek bir şey dönüyordu bana; "yanında yardımcısı olmayan lohusalara yardım ettiğinde ödeşiriz." Bir lohusa gördüğümde ne yapmam gerektiğini çok iyi biliyorum artık :) 
  Sevgili babaların da bu dönemde çok dikkatli olmaları gerektiği konusunda bir uyarıda bulunmak istiyorum. Karşınızda akıl ve ruhu "bebeği" ile dolu bir kadın var; ne yapacağı ne diyeceği hiç belli değil... Ağlama duvarı rolü görmeniz muhtemel, bunun için ona fırsat verin size döküversin içini,bunalmış kadın... Evdeki eksik-yarım kalan işleri tamamlayın, önce anneyi sonra bebeği mutlu edin; mutlu anne=mutlu bebek çünkü, hayat sizin için akışında devam edebilir ama haftalardır aynayı unutan kadıncağızın gözünün önünde de süslenip püslenmeyin; hasta etmeyin adamı!
40 gün sürüyor diyorlar bu lohusalık, kaynaklara göre 10 günümüz var ama ben savdım gitti :) Bir de artık başlasak Leyla'yla gezmelere daha iyi olacağım.. :)



Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r...

Varoluş

Her yıl belli ay ve dönemlerde benzer şeyler yaşıyorum. Bu bir döngü halini alır oldu. On üç yıldır... Yoklukla başlayan bir varoluş sancısı olarak tanımlayabilmek mümkün bu durumu. Tam da yirmi birinci yüzyıl dünyasında bilimde yalnız madde değil sezgilerin de işe koşulması gerektiği tartışılırken...  "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" değil de adeta "Varolmanın Dayanıl(a)maz Ağırlığı"nı her geçen gün/ay/yıl daha derinden hissediyorum sanırım. Kuvvetle muhtemel bir başka varoluşa sebep olmak da söz konusu  ağırlıkta bir paye.  Ay henüz çıkmadan yazmam gerekti... "Nisan da olmasa buluşacağımız yok!" deyip de kızma bana. Çünkü bilmelisin ki her fırsatta seninleyim baba. Şu insanı kendine dâhi yabancılaştıran yüzyılda seninle birlikte anılarımızda kalabilmek "rağmen var olmak" gibi bir şey... Farklı takvimlerde eş zamanlı yaşamak öylesine güç, öylesine zorlayıcı... Tüm güzel zamanlarımız ve anılarımız "kim tarafından, nasıl ve neden ya...

Bir Yaş Alma Belirtisi Olarak: Kalp Yorgunluğu...

Neresinden başlamalı bu yazının, doğrusu ben de bilmiyorum... Ve fakat uzunca bir süredir zihnimin içinde sürekli dolanıp duruyor; tüm özneleri, yüklemleri, belirtili ve belirtisiz nesneleriyle.. Üniversitede çok sevdiğim bir hocamdan ilk kez duyduğumda (muhtemelen gündemimde bambaşka konular olduğu için) kendimce tuhaf karşılamış, hatta içten içe cinsiyetçi bir söylem olduğunu düşünüp çok sinirlenmiştim; "Annelik bir hastalık; anne olan kadınların çoğu gerçekten hasta oluyorlar." demişti konuşmamızın bir yerinde.  Leyla doğduktan sonra tam da lohusalık döneminde ben de gereksiz yere zihnimi türlü kötü senaryolarla meşgul etmiştim evet ama bunun o döneme has bir özellik olduğunu bilerek çok da takılmamıştım aslında. Oysa bugün annelikte 2. yılını tamamlamış bir kadın olarak iyimserlik adına ne kadar yol aldığım ciddi bir tartışma konusu... Geçenlerde hayatımda ilk kez canımı sıkan pek çok şeyin; ki bu şeylerin Dünya geneline özgü mevzular olduğunu ve kendi küçük ...