Ana içeriğe atla

Sarıyım, Sarısın, Sarı...


  Neredeyse doğum sonrasının olmazsa olmaz bir parçasıymış bu sarılık olayı. Biz de yaşadık ve çok şükür atlattık. Baktığında oldukça sıradan bir durum ama söz konusu insanın yeni doğmuş bebesi ve sağlığı olunca o an bununla başa çıkmak biraz zor olabiliyor.
  Leyla doğduğu andan itibaren sürekli uyuyan bir bebekti. Doğum sonrası tahlillerinde de sarılığa neden olan bilirübin değeri sınırdaydı. Sarılık bekleniyordu; kapıdaydı aslında. Yenidoğan hemşireleri kontrol sonrası Leyla'yı yanıma getirdiklerinde bunun da altını çiziyorlardı; "sürekli emzir annesi, sarılık olabilir, değerin yükselmemesi için bol bol emmesi, aç kalmaması lazım." Ben ne bileyim yahu, bir bebe ne kadar emmeli, ne zaman aç olduğunu anlarım..." Bizimki saatlerce sessiz sedasız, öylece uyuyunca biz de diyoruz; "ay ne kadar uslu bir bebek, hiç sesi çıkmıyor ne güzel..." Meğer çok acayip uyku yaparmış bu sarılık, baygın gibi bir hali olurmuş bebeklerin; gerçekten de öyleydi, sevmek için orasını burasını mıncırıp duruyorduk, bana mısın demiyordu uyuyordu da uyuyordu hanımefendi. Sarılık ihtimali hep zihnimin bir köşesinde duruyordu; rengi de zaten hafif sarıydı.
  Leyla'nın dünyadaki 5. gününde doktor kontrolümüz vardı. Tahlil sonuçları, sarılık değerinin referans aralığının 1 puan üstünde olduğunu gösteriyordu. Doktor hemen acil yatış verdi, foto-terapi almalıydı.  Kadir'in hastane çalışanı olmasının bu süreçte bize çok faydası oldu aslında. Doktorumuz bizimle birebir ilgilendi, her şeyi güzel güzel anlattı.
-Günlerdir bezinde gördüğümüz kiremit renkli akıntı meğer aç kaldığının işaretiymiş.
-Anne ve çocuk arasındaki kan uyuşmazlığı da sarılığı tetikleyen diğer nedenmiş ve bizim Leyla'yla aramızda bu uyuşmazlık da varmış.
-Sezaryenle doğan bebeklerin %80'inde, normal doğumla dünyaya gelen bebeklerin %60'ında görülüyormuş.
-Korkulacak ve üzülecek bir durum yokmuş; 1-2 günde her şey normale dönebilirmiş.
  Şeker ölçüm sonucu da iyi çıkınca seruma gerek kalmayacağını öğrendik. Mavi ışık altında 3 saat kalacak ardından sırasıyla 1 saat anne sütü ek olarak mamayla beslenmesi sağlanacaktı.
  Biz mümkün olduğunca anne sütünü alabilmesini sağlamaya çalıştık zaten mama verdiğimizde de çoğunlukla almadı, bazen de aldı ama kustu.
  Leyla'yı mavi ışığın altına yatırıp bekliyorduk yanında; gözü için de bant vardı, gözüne ışık gelmemeli, takip edilmeliydi. Bant oynar oynamaz çocuğu alelacele çıkarıp yeniden takıyorduk bandı. Buna şükürdü tabii ki...
  Kendiliğinden akan sütler, ateş basmalarım, üşümelerim, terlemelerim, yiyemediğim yemekler, bir odada tıkılı kalışımız 2 gün sürdü. 1-2 kere Kadir'le hava almaya çıkmıştık da birazcık rahatlamış hissetmiştim kendimi.
  Yoğun geçen emzirme seanslarımızın ardından bilirübin değerimiz epeyce düşmüştü, evimizin yolunu tutabilirdik artık.
  Ve bir sarılık hikayemizin de böylece sonuna gelmiştik. Şimdi başlasın Leyla'yla çılgın ev günlerimiz! :)
  

Yorumlar

Bu blogdaki popüler yayınlar

Uzaklara Doğru...

Neresinden başlasam bilmiyorum... Bazen yavaş çoğu zaman hızla geçen yedi ayı geride bıraktığımız "uzaklarda" serisinin ilk kaleme alınışı oluyor bu yazı. Atlamadan, eksiltmeden ve eklemeden tüm gerçekliğiyle aktarabilmeyi umuyorum :). Ha bugün ha yarın yola çıkacağımız günün haberini almayı beklediğimiz günlerdi. Kadir çoktan istifasını vermiş, Leyla kreşten ayrılmış, Yeşilköy'e dördümüz gidip gelmeye alışmıştık... Rapor almaya gerek yoktu; nasılsa yolculuk yakındı... Aylardan Eylül ama köy okulumuzda soba yakmaya başlamıştık bile... Ders aralarında Deniz'i emzirmek, müdür yetkili öğretmencilik oynamak, Leyla'yı da birinci sınıflarla birlikte idare etmek, işe götürdüğüm evi de derleyip toplamak her geçen gün daha da zorlaşıyordu... İkinci haftanın ortalarında, sabah ve öğleden sonra olmak üzere yolda geçirdiğimiz toplam iki saatlik yolculuğun getirdiği yorgunluk, görevlendirme sürecime ilişkin belirsizliğin yarattığı huzursuzlukla bu şekilde devam edemeyeceğimi r...

Varoluş

Her yıl belli ay ve dönemlerde benzer şeyler yaşıyorum. Bu bir döngü halini alır oldu. On üç yıldır... Yoklukla başlayan bir varoluş sancısı olarak tanımlayabilmek mümkün bu durumu. Tam da yirmi birinci yüzyıl dünyasında bilimde yalnız madde değil sezgilerin de işe koşulması gerektiği tartışılırken...  "Varolmanın Dayanılmaz Hafifliği" değil de adeta "Varolmanın Dayanıl(a)maz Ağırlığı"nı her geçen gün/ay/yıl daha derinden hissediyorum sanırım. Kuvvetle muhtemel bir başka varoluşa sebep olmak da söz konusu  ağırlıkta bir paye.  Ay henüz çıkmadan yazmam gerekti... "Nisan da olmasa buluşacağımız yok!" deyip de kızma bana. Çünkü bilmelisin ki her fırsatta seninleyim baba. Şu insanı kendine dâhi yabancılaştıran yüzyılda seninle birlikte anılarımızda kalabilmek "rağmen var olmak" gibi bir şey... Farklı takvimlerde eş zamanlı yaşamak öylesine güç, öylesine zorlayıcı... Tüm güzel zamanlarımız ve anılarımız "kim tarafından, nasıl ve neden ya...

Bir Yaş Alma Belirtisi Olarak: Kalp Yorgunluğu...

Neresinden başlamalı bu yazının, doğrusu ben de bilmiyorum... Ve fakat uzunca bir süredir zihnimin içinde sürekli dolanıp duruyor; tüm özneleri, yüklemleri, belirtili ve belirtisiz nesneleriyle.. Üniversitede çok sevdiğim bir hocamdan ilk kez duyduğumda (muhtemelen gündemimde bambaşka konular olduğu için) kendimce tuhaf karşılamış, hatta içten içe cinsiyetçi bir söylem olduğunu düşünüp çok sinirlenmiştim; "Annelik bir hastalık; anne olan kadınların çoğu gerçekten hasta oluyorlar." demişti konuşmamızın bir yerinde.  Leyla doğduktan sonra tam da lohusalık döneminde ben de gereksiz yere zihnimi türlü kötü senaryolarla meşgul etmiştim evet ama bunun o döneme has bir özellik olduğunu bilerek çok da takılmamıştım aslında. Oysa bugün annelikte 2. yılını tamamlamış bir kadın olarak iyimserlik adına ne kadar yol aldığım ciddi bir tartışma konusu... Geçenlerde hayatımda ilk kez canımı sıkan pek çok şeyin; ki bu şeylerin Dünya geneline özgü mevzular olduğunu ve kendi küçük ...